Ana içeriğe atla

Çağdaş okul





Mehmet Yapıcı
Perşembe, 08 Mart 2007

Çek Eğitimbilimci Comenius “Büyük Didaktika” (1964, MEB) adlı yapıtında; 17. yüzyılda okul sisteminin alfabesini şu sözlerle ifade eder: Öğretmenlerin mümkün olabildiğince az öğretmeleri, öğrencilerin ise daha çok (kendi kendilerine) öğrenmelerini sağlayacak öğretim stillerini araştırmak ve keşfetmek.


Comenius tarafından 17. yüzyılda ifade edilen durum bugün, çağdaş öğrenme kuramlarının ana hedefidir. Bu ana hedef, kimi zaman; öğrenci merkezli okul, kimi zaman yapılandırmacı okul, kimi zaman öğrenen okul, kimi zaman da öğrenmeyi öğrenme olarak dile getirilmektedir. Adı her ne olursa olsun, çağdaş eğitim sitemleri, okullu insan için, şu temaları gerçekleştirmeye çalıştıklarını ileri sürmektedirler:
* İnsan değerlidir ve eğitim sisteminin merkezinde yer almalıdır,
* Her insan kendi bilişsel, duyuşsal ve fiziksel kapasitesinin olanakları içinde her şeyi öğrenebilir,
* Öğrenen insan, öğrendiğini yaşama aktarabilecek becerilerle donatılmalıdır,
* Okul, insanın yaşamını, kendisi ve başkaları için anlamlandırma çabası içinde olmalıdır,
*Okul, insanının yaratıcı olma süreçlerini harekete geçirmelidir,
* Okul, okul sonrası yaşanabilecek sorunlar karşısında, bireyi yaşama hazırlayabilmelidir,
* Okul, insanın bir dünya yurttaşı olduğu bilincini uyarmalıdır,
* Okul, farklılıkların zenginlik olduğu bilincini geliştirmelidir,
Okulun yukarıda nitelenen nitelikleri gerçekleştirebilmesi mevcut okul algısı ve kurgusu ile gerçekleşebilir olmaktan uzak görünmektedir. Bunun nedenlerini yukarıda betimlenen niteliklere ne derecede ulaşıldığını analiz ederek, şu şekilde sıralayabiliriz.
İnsan değerlidir ve eğitim sisteminin merkezinde yer almalıdır. Eğitimbilimci olsun ya da olmasın herkesin dile getirdiği bu nitelik ne yazık ki sadece bir temenniden ibarettir. Çünkü, eğitim sisteminin merkezinde birey yoktur. Dolayısıyla değerli de değerlidir. Çünkü, eğitim sisteminin merkezinde bireyin yontulmasını ve kalıba girmesini sağlayan ideolojiler ve ideolojilerin yansıması olan hedefler vardır. Okulun merkezinde yetişkinler ve onların algıları vardır. Okulun merkezinde program ve içerik vardır. Öğrencinin bunun üzerinde söz sahibi olması düşünülemez. Sabahın 6-7’sinde yola düşen bir çocuk, okulun merkezinde değildir. Okulun merkezinde öğretilecek olan vardır. Öğretilecek olana karşı öğrencinin geliştirmiş olduğu tutumun önemi yoktur. Öğrencilerin en çok sevdiği derslerin başında Beden Eğitimi gelir. Çünkü, çocuk, kendisini sadece çocuk olarak bu derste görür. Bu nedenle olsa gerek, bir çok öğretmen bu derste, matematik problemi çözmeye kalkar. Bu çocuğa ve çocukluğa duyulan bir husumetten başka bir şey değildir. Ama onlara sorarsanız, çocuk için en iyisini istediklerini söylerler. Özrü kabahatinden büyük diye buna derler. Hem çocuk bağımsız bir bireydir ve değerlidir nutukları atacaksınız hem de onun adına düşünüp karar vereceksiniz. Bunun adı ortaçağ kilise anlayışından başka bir şey değildir. Illich’e göre (1985); okul, ortaçağ kilisesinin yerini, öğretmen de rahibin yerini almıştır.
Her insan kendi bilişsel, duyuşsal ve fiziksel kapasitesinin olanakları içinde her şeyi öğrenebilir. Bu nitelik de herkesin dilinde olan bir safsatadan ibarettir. Her öğrenci, okul neyi istiyorsa onu yapmakla, onu söylemekle mükelleftir. Okulun sözü üzerine söz söylemek, öğrencinin haddi değildir. Öğretmenlerin en önemli kaygılarından biri; öngörülen programı yetiştirmektir. Çünkü, otorite tarafından ondan istenen budur. Ve öğretmen bu talep karşısında çoğunlukla çaresizdir.
Öğrenen insan, öğrendiğini yaşama aktarabilecek becerilerle donatılmalıdır. Evet, güzel bir temenni ama gerçek dışı. Okuldan çıkan birey, sudan çıkmış balık gibidir. Birilerinin, ona aralıklarla su taşıması gerekir. Mezuniyet sonrası işe başladığında, genellikle duyumsanan şudur: “ben şimdi ne yapacağım”. Mezuniyet sonrası, çoğunlukla deneme yanılma yoluyla, hata yaparak öğrenilir. Belki bu, bazı meslekler için uygun da olabilir ama eğitim, güvenlik ve sağlık gibi kamusal alanlarda, deneme yanılmanın bedeli ağır olabilir: insan kaybı (bazen madden bazen manen)
Okul, insanın yaşamını, kendisi ve başkaları için anlamlandırma çabası içinde olmalıdır. Çağdaş okulun en cilalı sloganlarından biridir, bu… Ama ne yazık ki gerçek böyle değildir. Bırakın yaşamı anlamlandırmayı, çocuk okulda neden ve niçin bulunduğunu bile algılamaktan uzaktır. Bu yüzden de çoğunlukla okula gitmek, her birey için bir süre sonra sıradan bir alışkanlığa dönüşür. Alışkanlığa dönüşen bir okul kurgusu ise, yaşamı anlamlandırmaktan oldukça uzaktır. Bunun doğruluğunu anlamak için okulda bulunduğumuz zaman diliminde ne yapıldığına bakmak yeterlidir. Büyüklerin koydukları kuralları sorgulamadan uygulamak, derslere girmek ve bilgileri yemek!, sınavlarda yedirilen bilgileri kusmak!, öğretmenlerin organize ettiği ve ihtimal ki son 40-50! yıldır hiçbir değişikliğe uğramadan yapılan etkinlikleri yerine getirmek. Sanırım hala okullarda fasulye çimlendirilmektedir, hem de neden-sonuç ilişkisi kurulmadan, gözlem sonuçları tartışılmadan. Benim ilkokul öğretmenim bunu yapmış, ben yaptım, oğlum da yaptı. Kaba taslak bir hesapla, ilköğretimde 50-60 yıldır aynı etkinlik hiçbir değişikliğe uğramadan yapılmaktadır. Farklılığı fark etmek, doğada bir tek insana özgüdür, bu özelliği okul ortadan kaldırmaya çalışıyor gibi…
Okul, insanının yaratıcı olma süreçlerini harekete geçirmelidir. Bu, okulun en anlamsız ve alaycı hedeflerinden birisidir. Kendine ait bir düşüncesi olmayan ve buna izin verilmeyen, ne zaman ne yapılacağının, başkaları tarafından belirlendiği bir kurguda yaratıcılığın yeri yoktur. Eğer bazı çocuklar yaratıcı olabiliyorlarsa; bu okula rağmen gerçekleşmektedir. Çünkü okulun asıl hedefi (çoğunlukla bilmeyerek) yaratıcılığı ortadan kaldırmaktır. Bu okulun doğasıdır. Hatta daha da kötüsü yaratıcılık adına yaratıcılığın betimlenmesidir. Bir şeyin önceden adı konulmuş, nasıl yapılacağı dikte ettirilmiş ise, o işte, öğrencilerin yaratıcılıklarını desteklediğini söylemek, en naif ifade ile alay etmektir. Ve hiç kimse kendisi ile alay edilmesini hoş karşılamaz. Bir ortaokul 2. sınıf öğrencisi olarak “ayağını yorganına göre uzat” atasözünü açıklamamızı isteyen Türkçe öğretmenimiz; benim yazdığım kompozisyonda 3’den fazla paragraf var diye, kompozisyonuma kötü not verdiğini açıklamıştı. Ben o yaşta giriş gelişme ve sonuç bölümlerinin, metnin 3 paragraftan oluşmasını zorunlu kılmadığını bir şekilde biliyordum. Ama yaratıcılığımı geliştirmeye çalışan “yaratıcı öğretmen” bunu bilmiyormuş. Peki öğretmen yaratıcı olmak zorunda mı, çoğunun hoşuna gitmeyecek ama evet, öğretmen yaratıcı olmak zorundadır (çünkü, yaratıcı olmak ve bireyleri yaratıcılığa teşvik etme tutumu öğrenilebilir) ve bunu geliştirmek için desteklenmeli ve kendisini geliştirmesine olanak sunulmalıdır.
Okul, okul sonrası yaşanabilecek sorunlar karşısında, bireyi yaşama hazırlayabilmelidir. Okul sonrası karşılaşılan hiçbir sorunun çözümünde, okulun geliştirmiş olduğu bir katkı ya da çözüm söz konusu bile edilemez. İstihdam, hangi okulun umurundadır. Kaç okulun, mezunlarını takip etme, yardımına koşma programı ve organizasyon kurgusu vardır (reklam ve propaganda amacı hariç)? Okul, çocuğu haddeden geçirir ve çırıl çıplak emek piyasasına bırakır.
Okul, insanın bir dünya yurttaşı olduğu bilincini uyarmalıdır. Okul programlarında yer alan dersler; bize neler kazandırmaktadır? Yaşamımızı kolaylaştırmakta mıdır? Ön görülmüş standart saatler boyunca, büyük bir mutsuzlukla oturup öğrenmek zorunda kaldığımız bilgiler gerçekten öğrenilmeye değer mi? Bana öyle geliyor ki, bazı derslerin mevcut halleri ile varolması, olmamasından daha kötü sonuçlar doğuruyor. Mesela; hemen tarih dersi aklıma geliyor. Tarih dersleri bu şekli ile varolmasaydı; acaba Türkler Yunanlılardan Yunanlılar da Türklerden bu kadar nefret eder miydi? Ermeniler Türklerden, Türkler Ermenilerden bu kadar nefret eder miydi? İngilizler gerçekten de Türklerin ebedi düşmanları mıdır? Osmanlılar hep doğa üstü bir güçle kendilerinden sayıca ve teknik olarak üstün olan devletleri mi hep yenmişlerdir? Kaybedilen savaşlar neden duygusal savunmalar içeren birkaç paragrafla geçiştirilmektedir. Oysa ne çabuk unuttuk Tarihin Babası Heredot’u... Heredot (2002); Yunanlılarla Fenikeliler arasındaki savaşın nasıl çıktığını bir Fenikelilerin bir de Yunanlıların ağzından aktarır. Yorumu okuyucuya bırakır. Önyargılarımızın altında acaba tarih derslerinin ne kadar rolü var? Yoksa önyargı diye bir şey yok mu? Bildiğim kadar ile hiçbir eğitim modelinde; bu tür tutumları kazandırmaya yönelik duyuşsal hedefler yoktur. Önyargılardan arınık bir program yapmakla, onu uygulamak arasındaki farkı iyi görebilmek gerekir. Örneğin tarih derslerinde bu sorun şöyle çözümlenemez mi? Tarih dersinde konuyla ilgili diğer ulusların tarih kitaplarını da dersin kaynağı haline getirmek. Yani diyelim ki; Cumhuriyet Tarihinde; Ulusal Kurtuluş Savaşı anlatılırken, Yunanların da aynı döneme ilişkin tarih ders kitaplarından yararlanarak sağlıklı ve analitik bir çözümleme yapılabilir. Bu önyargılardan uzak rasyonel bir eğitim olmaz mı? Eğer bu yapılabilseydi; Yunanistan ve Türkiye arasındaki Kıbrıs, Adalar, Kıta Sahanlığı sorunları bu kadar derinleşir miydi? Önyargılardan arınık bu dünyada ne kadar uzlaşılmaz sorunlar ve savaşlar yaşanabilir ki... Unutulmamalı ki; savaşları çıkaranlar da yönetenler de hep eğitimli insanlar olmuşlardır. Eğer savaş ve ölümle sonuçlanacaksa eğitilmenin ne yararı olabilir ki?!?! Matematik dersini karatahta başında geçiren ve tebeşir tozuyla tanınmaz hale gelmiş, öğrenci için en tanıdık kısmı sırtı olan (matematik öğretmenleri ders işleme tarzları nedeniyle sürekli öğrencilerine arkalarını dönmek zorundadırlar) matematik öğretmenlerini bu işkenceden kurtarmanın bir yolu yok mu? Matematiği sevmediği için öğrenemeyen ve dolayısıyla soyut düşünme becerilerini kazanmada geciken çocuklarımıza daha ne kadar acı çektirebiliriz. Matematik dersini; işlevsel bir ders haline getirmenin yolu; en azından üniversiteye kadar olan kısımda ihtiyaç duyulan kadar matematik vermektir. Türev, integral, logaritma, matris, trigonometri ...gibi uzmanlık düzeyinde konuları öğrenciye kazandırmamak (!) için harcanan emek, para ve zamana yazık değil mi? Ama standard sınavlarda (üniversite sınavları, fen lisesi sınavları gibi sınavlarda) yoğun talebi karşılamanın tek yolunun matematik sorularını zorlaştırarak eleme yapmak olduğu düşüncesi egemenliğini sürdürdükçe; matematik özürlü olmaya devam ederiz. Oysa dershanelere verilen paralarla üniversiteler açabilseydik; belki de bizdeki gibi bir Üniversite seçme sınavına bile gerek kalmayacağını düşünemiyoruz. Öğrenciler Ortaöğretim boyunca o kadar gergin ve o kadar çok bilgi ile yükleniyorlar ki, Üniversiteye geldiklerinde zihinsel açıdan yorgun ve yaşlı oluyorlar. Oysa, üniversite sadece uzmanlığın değil, “evrensel olmanın” kazandırıldığı bilimsel ve çok kültürlü bir yer olmalıydı. Anadili derslerinde ne yapıyoruz ki; duygu ve düşüncelerini doğru olarak ifade söze ve yazıya dökemeyen, kitap okumayı angarya gibi gören; üniversite mezunu kara cahiller yetiştiriyoruz. Okuduğunu anlama becerilerinin gelişmemesinde, duygu ve düşüncelerin yazıya aktarılmasında hem anlam hem de dilbilgisi açısından başarısız olunması, somut işlem döneminde olan bireylerin soyut düşünme gerektiren etkinliklerle dolu dersleri somut olarak anlamlandıramayarak ezberlemesine ve dolayısıyla soyut düşünme becerilerinde gecikmesine neden olabilir mi acaba? Okul öncesi ve okul çağında (özellikle ilköğretim); çocuklarımıza, okuma zevki ve alışkanlığını kazandırmalıyız. Bunun için de; Türkçe derslerinin oyunlaştırılarak, mümkün olduğunca; soyutlamalardan kaçınılarak işlenmesi ve öğretim programlarının da bu anlayışla geliştirilmesi daha yararlı olabilir (Yapıcı, 2004)
Okul, farklılıkların zenginlik olduğu bilincini geliştirmelidir. Okul, bireyin farklılıklarını teşvik etmez ve güçlendirmez. Hatta bundan korkar, tek tip düşünen, sunulanı sorgulamadan öğrenmeye çalışan robotlara dönüştürür çocukları… Öğretmenler, çoğunlukla bir sürü çobanı gibi kendilerini algılayıp, sürekli sürüyü bir arada tutmaya çalışırlar. Bu sürünün başına bir kara koyun (en çalışkan öğrenci) koymaya çalışırlar ki, varsayımları gerçekleşebilsin. Örneğin, anlatılanı anlamayan, anlamak istemeyen öğrenciye hemen kara koyunu örnek gösterirler. Bak! O anladı demek ki sen de anlayabilirsin.! Ama belki de ben; anlamama hakkımı kullanmak istiyorum.
Sonuç Yerine
Çağdaş okulun ne kadar çağdaş olduğunu ya da çağdaşlıktan ne anlamamız gerektiğini bulanıklaştıran bir 20. yüzyıl eğitimini geride bıraktık. Geride bırakılan yüzyıla bakıldığında, sanırım şu manzara görülebilir: küreselleşen çevre sorunları, birbirine yabancılaşan ve düşmanlaştırılan toplumlar (kitle iletişim araçlarına rağmen ya da onunla birlikte), kitlesel ölümler, eğitimli insanlar eliyle gerçekleşen vahşi ve küresel bir kapitalizm. Acaba 21. yüzyılın sonunda geleceğin eğitimbilimcileri çağdaş okul adına neler söyleyecekler. Bekleyip görelim mi yoksa kendimizi değiştirmeye mi başlayalım (öncelikle birey olarak)? Okul kuruluş sistemleri açısından geçmişe baktığımda, çocuklarımız adına gelecekten endişeliyim. Ama endişelerimin beni karamsarlaştırmamasına çabalıyorum.

Kaynakça
Comenius, Y. A. (1964). Büyük Didaktika, (Çev.: Hasip A. Aytuna), Ankara: Milli Eğitim Basımevi.Herodotos (2002). Herodot Tarihi, (Çev.: Müntekim Öktem), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. Illich, I. (1985). Okulsuz Toplum, (Çev.:T. Bedirhan Üstün), Ankara: Birey Ve Toplum Yayınları.Yapıcı, M. (2004). Okul Ve İnsan, Ankara: Ocak Yayınları.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eğitimde Gizli (Örtük) Program: Hiçbir ders programında, yönetmeliklerde, yasalarda yazmayan resmi olmayan amaçlı değer yükleme uygulamaları

Alıntı: “Örtük program endüstri toplumunda iş ve vatandaşlık için gereken psikolojik düzeni (şartları) geliştirmek için ihtiyaç duyulan yapıyı okullarda sağlamaktadır. Sınıf içerisinde örtük program sınıfta öğrencilerin ne kadar zaman harcadıkları, sınıf ortamının öğrenci rollerini nasıl etkilediği ve öğretmenin öğrencileri aktif hale getiren öğretim yöntemlerini nasıl uyguladıkları gibi unsurları kapsamaktadır. Jackson’a göre sınıflarda verilen eğitim öğrencilere yaratıcılıktan ziyade uyumu (uysallığı) öğretmektedir. Jackson uyumun (uysallığın) öğretilmesinin resmi programa ters olmasına rağmen, okulların tüm insanları yaşama adapte edebilmede ve gerçek dünyadaki hiyerarşik güç ilişkilerine öğrencileri hazırlamada örtük programdan yararlandığını savunmaktadır. …Kendisi, sınıfta örtük programın üç temel unsurunun bulunduğunu belirtir. Bu unsurları kalabalık, övgü ve güç olarak tanımlamaktadır. Ona göre sınıftaki çalışmalar öğrenciye kalabalıkta, yani toplum içerisinde yaşamayı öğret

Leo Tolstoy'un Eğitim Anlayışı

       Tolstoy(1828-1910) şiddeti çağrıştıran bir terim olduğu için kendine açıkça anarşist demediyse de, devlet ve mülkiyete karşı İsa’nın öğretileri temelinde anarşist bir eleştiri geliştirdi. Böylelikle anarşist hareket içinde etkin bir barışçı geleneğin gelişimine yardımcı oldu. Hükümet sahtekarlığının, yurtsever ahlâk dışılığının ve militarizm tehlikesinin en güçlü eleştirmenlerinden birisi oldu. Tolstoy eğitime ise hem teorik eserleriyle, hem öğretmenlik çalışmalarıyla hem de yazdığı okul kitaplarıyla hizmet etmiştir. Halkı yaşadığı sefaletten kurtarmak için, köylülerin çocuklarına yönelik İ. Poliana köyünde Jasnaja Poljana adında bir okul kurdu. Açtığı okulda çocuklara ne öğreteceğini bilmediği için onları bütünüyle serbest bıraktı. Bireysel özgürlüğü yöntem olarak benimsedi ve eğitimde okulların değil, hayatın belirleyici olduğu sonucuna vardı. Bütün zorlayıcı yöntemleri kaldırdı ve öğrencilerin kendi yöntemlerini geliştirmelerine izin verdi. Okulu terk etmek ve okula kaydolm

Eğitim Sistemimiz: Bankacı Eğitim Yaklaşımı

Bankacı eğitim yaklaşımını Freire betimlemiştir. Bankacı eğitim yaklaşımında eğitimi, tasarruf yatırımına; öğrencileri, yatırım nesnelerine; öğretmenleri ise, yatırımcılara benzetmektedir. Bu yaklaşımda öğretmen iletişim kurmak yerine, tahvilleri çıkarır ve öğrencilerin sabırla aldığı, ezberlediği ve tekrarladığı yatırımları yapar. Bu tahviller sınavlarda paraya(nota) dönüştürülür. Bankacı eğitim yaklaşımında öğretmen bilgi veren bir kaynaktır. Öğrenci pasif durumdadır, kendisine verilen bilgileri alır ve ezberler. Öğrenci araştırmaz, yorumlamaz, eleştirmez. Freire’e göre anlatma (öğretmenin derste yaptığı eylem) , öğrencilerin anlatılan şeyi mekanik olarak ezberlemelerine yol açar. Öğrencler doldurulması gereken “bidonlar”dır. Öğretmen kapları ne kadar çok doldurursa, o kadar iyi bir öğretmendir. Kaplar ne kadar pısırıksa, doldurulmalarına izin veriyorsa, o kadar iyi öğrencidir. Dolmaya direnç gösteren öğrenciler ise “problemli” öğrencilerdir. Bankacı eğitim öğrencileri nesneleştirir,